Türkiye'nin memur portalı |
Oturum aç Üye ol Parolamı unuttum |
emelkocaBu üye YazarBu üyenin profil sayfasına git |
|
|||||||
|
Trakyadayız ve 140 m3 lük ev için 757 tl lik fatura ile, fatura tarihimizin ilk rekorunu kırmış olduk. İnşallah bu rekoru, yeni bir rekor takip etmez gelecek ay.
Eğer ki doğalgaz çok yakıldığı hâlde hâlâ evin içi soğuksa, pimapenlerin yaz kış ayarından tutun, kombi bakımı, petek temizliği, cam kenarlarının yalıtımı gibi ufak tefek önlemlerle sorun bir nebze halledilebilir. Yoksa Hem dünya kadar doğalgaz faturası ödeyip hem de soğuk evde yaşamak akıl kârı değil.
Aslında bana kalsa kombi ayarını bir tık daha düşük tutarım da eşim sıcak memleket insanı olduğu için ekstra üşüdüğünden, daha yüksek ayarda yakmak durumunda kalıyoruz. Yeter ki hasta olmayalım düşüncesi ile birkaç ay gelecek olan yüksek faturaları göze alıyoruz.
Bu başlık neden sürekli güncel tutulmaya çalışılıyor, 2 lik 3 lük 4 lük depremleri (zaten sürekli gerçekleşen ancak çoğunlukla hissedilmeyen) sürekli okumak (aslında çoğunlukla okumuyorum zaten) zorunda bırakılıyoruz anlamış değilim. Tamam ülkemizde bir deprem gerçeği var, yüzde 97 si fay hattı üzerinde topraklarımızın, bunu zaten biliyoruz. Ancak ortalama 30-40 yaş grubunda bulunan şu platformun üyelerinin nerdeyse hepsinin başından bir ya da daha fazla büyük deprem geçmiştir. Zaten bir deprem korkusu herkeste açıktan ya da gizliden yaşanmaktadır. Ailem istanbul'da yaşadığı için bu konuda ekstra hassasım. Şahsen şu başlığın habire karşıma çıkıp durmasından rahatsızım.
Şuan bilincimin çok çok alt katmanlarına gömülü olsa da, unutmanın mümkün olmadığı, dört senemin geçtiği, iran'a sınır küçücük bir ilçe olan doğudaki ilk görev yerimi hatırlatır. Kar benim de gözümden yaşların dökülmesine sebep olurdu ancak sevinçten değil, soğuktan, üşümekten. Heryer o kadar beyazdır ki altı ay boyunca beyazla kaplı yerörtüsüne bakmaktan nasıl gözlerim bozulmadı, şaşıyorum. Sürekli, sürekli ama sürekli bir kar yağışı olur, yolda kardan tüneller oluşur, insanlar ordan yürümeye çalışılırdı. Donan suları ve onun yarattığı eziyeti hatırlamak dâhi istemiyorum. O yüzden benim kara yüklediğim anlam bambaşka, iyi şeyler düşünmek istesem de yaşadığım çetin şartlar buna engel oluyor, aklıma gelen tek hoş anı, ev arkadaşımla kol kola penguen yürüyüşü ile okulun yolunu bulmaya çalışırken, arkadaşımın ayağının kayıp düşmesi ve her seferinde benim de onun üstüne düşmem sonucu ağlanacak halimize gülmemizdi.
Şuan sıcacık evimden dışarda yağan karı izliyorum ama birşey hissetmiyorum, ne sevinç ne de üzüntü. Karın ve soğuğun eziyetini çekenlere allah yardım etsin duasında bulunuyorum sadece.
İki tehlikeli bir sayıdır, birden fazladır, üçün de habercisidir. Bir kişiye verilecek ikinci bir şans, karşı taraf için kapıyı aralamak demektir kapıyı sonuna kadar açabilmesi için. O yüzden bu şansın kime, neye göre, hangi şartlarda verildiği çok önemlidir.
İdaremiz, öğrencilerin derse giriş çıkışta sorumluluk sahibi olduğuna dair inancının göstergesi olarak yıllardır zil uygulaması yapmaz. Her ne kadar bu inancın artık geçerli olmadığı, öğrencilerin derse geç kaldıkları ve bu nedenle her okul gibi bizde de zil uygulaması olması gerektiğini her sene başı toplantısında dile getirsem de geri çevrilir. Ben okulun en dakik öğretmeniyimdir. Yeni girdiğim her sınıfla, ilk tanışma gününde, ilk derste, üstüne basa basa vurguladığım kural, "derse benden sonra geleni yok yazarım" olur. Ona rağmen yıl boyu kaç öğrenci derse geç geldiği için yok yazılmıştır, tahmin dahi edemezsiniz. Bazısı bu ikinci şans olayına çok inanmış olmalı ki, "ama hocam daha ilk kez geç kaldım, bu seferlik yok yazmasanız olmaz mı" iyi de ben ilk gün "şu kadar geç kalma hakkınız var" demedim ki. Hatalarından dolayı sürekli affedilmeye alışmış olan öğrenci, aynı şeyi benden bekliyor. Ancak sınıfın en tembeli de olsa, okul birincisi de olsa fark etmez, kural kuraldır, bir kere affettin mi o ve diğer öğrenciler geç kalmaya devam edecektir ki affetmediğim halde hâlâ geç kalan oluyor. Bu aslında onlar için bir nevi hayat dersi, bu özelliğimden dolayı beni sevmediklerini biliyorum ancak amacım kendimi sevdirmek değil zaten. Karşıdaki beni sevsin diye ona defalarca şans vermek, doğru bir yaklaşım değildir benim nazarımda. "Bu seferlik affedeyim" demek ikinci bir şans değil, hatayı artık görmezden geleceğim demektir. O zaman kurallar neden var?
Bu anlattığım örnekte kural önceden koyulduğu için uymak çok daha kolaydır aslında. Ancak insan ilişkilerinde yazılı olmayan, hatta bazen sözle de dile getirilmeyen kurallar vardır. Bu kurallara uymayanlar, yakın çevreden sonsuza dek uzaklaştırılmalıdır, kapıyı aralık bırakmaksızın. "Ben bayılırım bana yalan söylenmesine, bir kere yetmez, iki kere, üç kere, on kere söyle, ben yine kanarım", "Aptal yerine konmak çok hoşuma gider, sürekli beni aptal yerine koy, dolandır, arkamdan iş çevir, fark etmez ben yine kabul ederim seni" diyebilecek kaç kişi vardır? Oturduğun yerden herkes ikinci şansı hak eder demek kolaydır, ancak kişi, böyle bir durumla karşılaştığında o şansın öyle kolay kolay verilmeyeceğini anlayacaktır. Herkese bol keseden şans dağıtıp, "affetmek büyüklüktendir" düşüncesine girilirse kişi sürekli yara alıp durur, karşısakini büyütüp, kendini küçültür. Şans vermektense karşıdakinin o şansı elde etmeye çabalaması en doğrusudur. Çabalamıyorsa da zararlı bir kişiden kurtunulduğu için kâr demektir.
İnsanlar genelde oldukları insan yerine, olmak istedikleri insan gibi görünmek istedikleri için hem kendilerine hem de çevrelerindeki insanlara dürüst ve samimi yaklaşmazlar. Ya haklarında doğruyu söylemezler, yalana başvururlar ya da eksik bilgi vererek bilinmesi gereken bazı önemli gerçekleri saklarlar.
Hâl böyle olunca herkesi kendi gibi sanan bir insan, yeni tanıdığı bir insanı kendi gibi dürüst beller ve her dediğini doğru ve samimi kabul ederek, "ne kadar da iyi bir insanmış, keşke daha önce tanısaymışım" düşüncesiyle bu insanla tanıştığına mutlu olur. Ancak zaman geçtikçe öyle ya da böyle karşıdaki kişi bir yerden kendi iç yüzünü açığa çıkarır, olmak istediği rol ile kendi benliği çelişir, bu çelişki karşı taraf tarafından fark edilir ve ilk izlenimin yanıltıcılığı bir kez daha kanıtlanmış olur.
Bunun tam tersi olan durumların yaşanması da mümkündür. Baştan itici gelen, "bu ne biçim insan, ancak merhaba merhaba derim" denilen insanlarla aynı ortamı paylaştıkça, kişinin sanıldığı gibi olmadığı, ilk günün azizliğine uğradığı, aslında iyi arkadaşlık kurulabilecek biri olduğu anlaşılabilir.
Özellikle ilk izlenimdeki yanılsamalar daha genç yaşlarda yaşanır, kişinin yaşı ilerledikçe, tanıdığı insan sayısı arttıkça, deneyimleri sonucu yanılma payı en aza indirgenir ancak hiçbir zaman sıfır olmaz.
1. | ramazanaksoy | |
2. | Mustafa1652 | |
3. | engineer_0666 | |
4. | cilginturk71 |
Takip edilen yazar yok. |
O haberi ben de okudum, yalnız benim okuduğum içerikte bölüm başı maaliyetlerin nerdeyse 10 milyon tl yi bulması sebebiyle, yazın, haftanın yedi gününe yedi dizi uygulamasından vazgeçilip, daha sınırlı sayıda dizi çekileceğini ifade ediyordu.
En son izlediğim dizi yaprak dökümü olan biri olarak, bu haber dizi izlemeyen biri için, yani benim için çok da önem arz etmeyebilir, hatta mevcut dizilerden rahatsız olan, kaliteyi düşük bulanlar için iyi bir haber olarak da görülebilir ancak ekmek parasını dizi sektöründen kazanan kişiler için üzücü haber diyebiliriz.
Tabi bununla, bir bölüm için milyonlarca lira kazanan, aldığı paraları ne kadar hakettikleri tartışılır olan, şarkıcıdan, mankenden bozma başrol oyuncuları kastetmiyorum. Sırf başrol kadın ya da erkeği popüler biri seçtim, bu dizi tutar diye mantık yürütenlere, hiç mi akıl veren yoktur, anlamıyorum. Senaryo, müzik, yan roller gibi daha bir sürü öğe varken, iki çok güzel kadın ve erkek başrol seçtik diyip, izleyiciler kesin izler diye düşünmenin cezasını, Figüranından tutun, çaycısına, kameramanından tutun, makyözüne kadar, dizi sektöründe çalışan emekçi binlerce kişi var, bunlar çekiyor. Kalitenin düşmesi ancak maaliyetlerin yükselmesi, en çok işinde, gücünde olan bu kişileri zarara uğratacaktır.
İletişim | Künye | Reklam | Sitene ekle © 2024 MN Yazılım |