Türkiye'nin memur portalı |
Oturum aç Üye ol Parolamı unuttum |
OmayraaaBu üye YazarBu üyenin profil sayfasına git |
|
|||||||
|
Savaş realitesini teferruatlı ele alan yani savaşan insanların birebir psikolojik yanlarını iyi bir şekilde aktarmış eser. Bu arada ikinci cilt için bin otuz sayfa demişim. Düzeltmen gereken şu ki; birinci cildin bittiği yerden başlıyor sayfa numarası ve dolayısıyla iki cildin tamamı bin otuz sayfa.
Dediğim gibi tek bir kahraman Yok. O harekat içinde olan her askeri ayrı ayrı anlatılıyor. Misal sırf o ortamda bulunmamak için yaralanıp portatif hastaneye düşmeyi ve hatta deli taklidi yapmayı göze alacak denli bir ruh hali içinde bulunmak.
Bir diğer sarsıcı durum bir askerin öldürdükleri düşman askerinin altın dişi için yaptığı şeyler. Bir diğerinin ilk insan öldürdüğü paragraf...
savaş kötü bir şey bu durumda dolaylı şahit olup be doğrudan anlatan birini okumak olunca... gönenecek her şeyden herkesten uzak; banyo ve insani ihtiyaçların eksikliği...
Yaralanan bir arkadaşlarını kmlerce taşıyanların diyalogların ve bilinçaltı... çok doğal aktarılıyor.
Muhteşem bir savaş romanı...
Kitabı okuduktan sonra şöyle bir nete baktım da kitap ve yazarla ilgili çok bilgi yok. O yüzden önce kitap kapağının arkasında yazanlar ile başlayalım.
"Rivayet odur ki; Ankara Savaşı'nı kaybeden Yıldırım Bayezid, Timur'un otağına getirilir. Yıldırım savaşı kazanmış olan Timur'a doğru yürüdüğünde Timur ayağa kalkarak Yıldırıma dikkatlice bakar ve gülmeye başlar. Bu duruma çok sinirlenen Osmanlının mağrur sultanı Yıldırım; "Bre zalim. Allah'ın bedbaht ettiğiyle alay etmek kitabımızda yazar mı? Beni öldür ama küçük düşürme" der. Timur, Yıldırımın bu tepkisi üzerine duraksar, saygı dolu bir ifadeyle ona bakıp özür dileyerek "Ben sana değil, Allah'ın şu koca dünyayı senin gibi bir körle benim gibi bir topala bıraktığına gülüyorum" der."
Ve yazı devam ediyor...
"Dünyayı ele geçirmeye çalışan, biri Doğunun; diğeriyse Batının mağrur iki Türk sultanının mücadelesini anlatan bu tarihi roman Osmanlının çok az bilinen bir dönemine ışık tutmaktadır. Osmanlı Devletini Fetret Devrine sokan bu süreç Amerikalı tarihçi ve yazar Geoffrey E. Foxun dikkatini çekmiş ve yazar Türkiyeye gelip konuyla ilgili detaylı araştırmalar yaparak bu değerli eseri kaleme almıştır. Harvard Üniversitesinde ders veren Fox, Yıldırım ve Timur'un ölümüne mücadelesini bir Batılıdan beklenmeyecek kadar başarılı ve objektif yazmıştır. Osmanlı Devletinde 15. yüzyılın başlarında yaşananları anlatan nadir bulunabilecek bu değerli eser, o dönemi zihninizde canlandırmanızı sağlayarak tarihe farklı bir açıdan bakmanıza yol açacak. Keyifli okumalar dileriz..."
Buradan anlaşıldığı üzere yazar tarihçi. Tarihi bilgi ve araştırmalarını çok iyi kullanarak ortaya çok da güzel bir eser çıkarmış. Tarihi roman en sevdiğim alandır ve her okuduğumda aklıma şu gelir ki batılı yazarları kastederek; misal çok uzak olduğu bir kültür ve coğrafyayı en ufak detaylı nasıl yazıyorlar?
Geoffrey E. Foxun bu kitabı ile örnekleyelim söylemek istediğimi. Eser, 1402 yılını anlatıyor. Yani Ankara savaşının biraz önce ve biraz sonrasında Konstantinopolis, Anadolu ve daha birçok yerin ekonomik, siyasi, sosyal, kültürel halini ele alıyor. Açıkçası başta yıldırım ve Timur'a daha çok yer verildiğini sanmıştım. Ama öyle çok fazla değinilmemiş kendilerine. Bölümler kısa ve bölüm isimleri de çok güzel. müfredatta yıldırım Bayezid'in İstanbul'u defalarca kuşattığını biliyoruz. Kitaba göre İstanbul neredeyse alınmak üzere tabi küçük ve gizli bir anlaşma ile. Fakat Timur ile başgösteren savaştan ötürü durum değişiyor.
O dönemde İstanbul'un içişleri ne durumda çok iyi aktarılmış. Şehre Çandarlı tarafından yollanan genç bir yeniçeri vardır. Başına gelenler ve karşılaştığı insanlar ile olan durumlar... ve bu yeniçerinin savaş sonunda ki devşirme kendisi dinine dönmesi ama öncesinde İslam dinine bağlılığı enteresandı. Ödül olarak sultan oğluna gönderilen prenses ve bir şekilde Anadolu gaziyan ve farklı Boydan gelen savaşa yardım da eden adam ile olan küçük serüven...
kitapta şu boy beyleri ve şölenleri yukarıda dediğim yabancı bir yazarın bu kadar iyi ve detaylı anlatmasıydı aslında. Okunan şiirler, oynanan oyunlar... tasvir ve diyaloglar müthiş. Yazarda çok iyi gözlem ve bilgi birikimi var Doğu kültürüne karşı.
Timur'un oğlu ile olan bir satranç bölümü var. Zaten yalnız bu bölüm var. Oğlunun ismi şahruh. Kitaba göre ise bunun anlamı satrançta Şah ve filin yer değiştirme hamlesi demlemiş. (Şahrok) orada savaş taktikleri vs ile ilgili ipucular geçiyor.
Yıldırım ise Çandarlı Ali ile olan muhabbet bölümü var.
Eserde çok ince ve ilgi çekici detaylar var. Çok akıcı hatta birkaç saat içinde 366 sayfayı devirebilirsiniz. Önceki savaşlar ile ilgili de birçok şey geçiyor.
Rakamların gizi... esere göre Yıldırım'ın birçok şeyi hesap etmeden savaşa girdiğini görüyorsunuz. (Tabi kitaba göre) Timur'un kurnaz zekası da bunu görmeye yetmesi. Başta kamp kurduğu yerde durmaya devam etseymiş belki tarih bugün farklı konuşulacaktı. Savaşta taraf değiştirenler de sanki başta belliymiş. İstanbul'u yıldıram'a teslim etmeyi yeğ görüyorlar ki Timur'un şu yakıp yıkma politikasından ötürü...
güzel bir kitap... kurgu da çok iyi. Tavsiye edilir diyeceğim de kitabın yeni basımı yok.
Bir kitap okuyorsunuz. O an sanki dünyanın daha doğrusu ele aldığı konu veya üslup bakımından en iyi kitabı olduğuna karar verirsiniz. Evet bazen bu böyle kalır. Yeri ayrıdır. Ama gün gelir ki bu eğer bizzat yaşanmışlık üzerine ise zihnimizde ve yaşamımızda yer alan kitabın bir tık üstüne geçebiliyor. Öte taraftan her kitabın buğusu, büyüsü, toprağı, rengi farklı farklı hisler bırakıyor. Burada bahsetmek istediğim yakın yüzyılda yaşanmış savaş üzerine hakikaten bu kadar detaylı, bir insanın her profilini veren kitabın etkisiydi. Norman mailler ve Pasifik çıkartması...
Şunu da belirtmem lazım. Yeni basımı olmayan bir eser. En son yanılmıyorsam can yayınlarından tek cilt halinde çıkmış. Ben çok eski basımını buldum. Daha doğrusu şöyle oldu; bir arkadaş bulmuştu bir fuardan bu kitabı. Okuduktan sonra meğer o basım iki cilt halindeymiş. Neyseki internet üzerinden bir sahaftan ikinci cildini temin edebildim. Bu enrty birinci cilt üzerine çünkü daha ikinci cildi okumadım. Okuduğun zaman ikinci bir enrty daha gireceğim zira birinci cildi 500 sayfaya yakın ikinci cilt ise 1030 sayfa... çeviriyi yapan Rasih güran'ı tekrar tekrar anıyorum. Emeği büyüktür çoğu eserde.
Yazarın yaşanmışlığının toplamı Esasında. Kitapta tek kahraman Yok yani olay tek kişi etrafında dönmüyor. Savaşa katılan askerlerin savaştan önceki Yaşamları da ele alınıp ayrı ayrı bölümler halinde sunuluyor. Argo diyaloglar çok var haliyle doğallık katıyor.
Mevzi kazıları, açlık, kötü yemek, insani ihtiyaçlar, rütbelilerin gerginliği ki keza erlerin de öyle... savaşın anlamsızlığı, biteceğine dair olmayan hayaller. Geride bırakılan çocuk, eş, sevgili, aile alibetinin muamması. Ele geçen Japon esire olan davranışlar...
"-Ben savaşa tarihsel bir enerjinin başlaması diyorum. Ortaya çıkmamış güçleri, geliştirilmemiş kaynakları olan ülkeler vardır. Bunlarda, bir bakıma, bol potansiyel enerji mevcuttur. Bir yandan da bu potansiyeli ortaya çıkaracak, ifade edecek fikirler vardır. Bir ülke kinetik enerji olarak bir örgüttür. Koordine edilmiş bir çabadır; senin kullandığın yaftayı kullanmayan: faşizmdir.
Sandalyesini hafifçe çekti:
-tarihsel olarak bu savaşın amacı Amerika'nın bu potansiyelini kinetik enerji haline getirmektir. Faşizm fikri, düşünecek olursan komünizmden daha sağlamdır. Çünkü insanın yaradılışına tıpa tıp uygundur. Yalnız faşizm yanlış bir ülkede çıkmıştır ve bu ülkenin özünde faşizmi iyice geliştirecek potansiyel güç yoktur. Almanya'daki fizik araçlarının sınırlı olması yüzünden ana çelişkiler ister istemez aşırılığa kaçtı. Ama hayal yani fikir sapasağlamdır.
Cummings ağzını sildi:
-senin de, oldukça doğru olarak söylediğin gibi, bir osmosis alışverişi var. Amerika bu hayali benimseyecekti ve şu anda bunu yapmakla meşguldür. Bir iktidar, bir malzeme, bir ordu yarattığın zaman bunlar kendiliklerinden ortadan kalkmazlar. Bir ulus olarak bizdeki boşluğun sınırlarını iktidar yani güç doldurmuştur. Ve sana şunu söyleyebilirim ki tarihin gerilerinden henüz çıkmaktayız.
-demek alın yazısı biziz, öyle mi? Dedi hearn.
-tamamıyla öyle. Önündeki Seddi yıkan sular geriye dönmez artık. Sen bundan kaçabilirsin ama dünyaya sırtını dönmek demektir. Ben konuyu etüd ettim. Geçmiş yüzyılda tarihin akışı iktidarın gittikçe daha fazla pekiştirilmesi yönündeydi. İçinde bulunduğumuz yüzyıldaki fizik iktidar, evrenimizin genişlemesi, siyasi iktidar, politik örgüt hep bunu gerçekleştirmek içindir. Amerika'da iktidarda bulunanlar tarihimizde ilk defa gerçek amaçlarının bilincine varmaktadırlar. Göreceksin, savaştan sonra bizim dış politikamız daha çıplak, daha az ikiyüzlü olacak. Sağ elimiz emperyalist bir pençeyken sol elimizle gözümüzü kapatmayacağız artık.
Hearn omuzlarını silkti:
-çok kolay mı olacak bu sanıyorsunuz? Direnen olmayacak mı?
-umduğundan daha az direnmeyle karşılaşacağız. Bak üniversitede bir kural öğrenmişsin: her şey hasta, her şey kokuşmuş. Çok doğru. Yalnız masumlardır sağlam olan ve masum insanların nesli de artık yavaş yavaş tükenmekte. Sana şunu söyleyebilirim ki insanlığın hemen hemen hepsi ölmüştür, şimdi yalnızca mezarından çıkarılmayı bekliyor.
Diyalog devam ediyor arada geçenleri yazmıyorum ilgimi çeken kısmı aktarmaya devam edeyim.
-... gerçek şu ki insanlığın başlangıçlarında da her şeyden önce büyük bir fikir vardı, bu fikri önceleri doğanın baskısı ve sertlikleri, sonra da insanlar doğaya hakim olmaya başladıkça, ikinci büyük bir etken, yani ekonomik korku ve ekonomik mücadele bozmaya başlar. Fikir berbat oldu ve yolundan şaştı, ama şimdi öyle bir zamana doğru gidiyoruz ki tekniğimiz artık bu fikre ulaşmamızı sağlayacak.
...
-herkeste yanlış bir fikir var: insan yaban ile melek arasında bir şeydir. Aslında insan yaban ile Tanrı arasında gidip gelmektedir.
-yani insanın en büyük arzusu sınırsız bir iktidar mıdır?
-evet. Din değildir bu, açık. Aşk değil, maneviyat değil. Bütün bunlar o yolun önündeki engellerdir. Varlığımızın sınırlılıkları bizi rüyadan ayırdığı zaman kendi kendimize uydurduğumuz bahaneler. Rüyamız, tanrıya eşit olmaktır. Dünyaya tekmeyi savunduğumuz zaman tanrıyız. Evren duygularımızın sınırıdır. Ama yaşlandığımız zaman evrenin kendimiz olmadığını anladığımız anladığımız zaman varlığımızın en derin yarası olur.
Kitabın ikinci cildinden sonra daha kapsamlı bir enrty gireceğim. O kadar çok kitap var ki, hangi birine sıra gelecek diye düşünüyorum.
Müthiş bir eser. Tavsiye edilir efendim.
Nedense; sayın yazarın yazdığı her cümleye naçizane kendimce bir yorum getirecek, alaşağı etmek değilde malum fikir teatisi babında alışveriş yapacak şartlar var da sanki, artık yukarıda sinirini naif başlığımdan çıkaran çocuğun etkisi de var mıdır bilmem ama böyle bir oblomovluk mu desem ya da tamamen volantirist bir hal içerisinde olduğum durum diyerek haydi vira diyeyim dedim. Ha cevabı uzun süredir okudum lakin bir 'alesta'/lık nefesi bulamadım kendimde. Mesele Zweig olunca böyle oluyorsa demek ki...
İnsan dedik göreceli bir dünyası olan yaratık. Dünyadan kastım düşünce ile bir varoluşu destekliyorsak descartes misali eğer.... Var/oluş demişken yanına bir de absürdizm felsefesini iliştirerek 'intihar da bir felsefedir' ya da 'tek felsefedir' diyen kişiye nazire yapayım dedim yazdığım ilk paragraf geldi aklıma. Bu arada umarım böyle bir cümle kurmuştur filozofun biri. Şu gülücükten ekleyelim hele şuraya. Zihnim açılır belki.
Şu hayata tepki koyma, mücadele, direnme dediğimiz şey belki de içinde intiharı da barındırıyor! Dersem ne ola ki acaba? Tamamen kendimle bir antagonizma hali yaşıyorum.
Şu burjuvanın bohem hayatının oyuncağı dediğiniz şey hatta burjuva karşıtı proleter oluyor araya köylüyü de katarsam farklı bir felsefe ya da ekonomi sisteminden çıkarım diye korkmuyor değilim. Ya şunu diyecektim Esasında: şu bilinç ve kavrayış dediğimiz realiteyi işin içine katmak lazım. Bugün birçok olay veya olgu ile mukayese edebiliriz bu fiiliyatı. İnandığı ne varsa ve bunun adına ölmeyi göze seçmeyi de ele almak gerekir öte taraftan. Şu saatte bunları yazarken yıllar önce okuduğum; yalnızlık gittiğin yoldan gelir kitabında yaşamına kendi eliyle son veren ünlü insanları ele alarak kurguya müthiş bir heyecan katan yazar geldi aklıma. Çok fazla detaya gitmeyeceğim ki gıpta ile bakıp belki o kitabı okursunuz, neden olmasın ki... oradan Orhan Pamuk'un kar kitabındaki Batman görünümlü Kars'a değinmeyeceğim. Bunu da okursunuz yani, bu da umut işte.
Onca şeyden sonra tüm yazdıklarımı çürütecek ya da itibarsızlaştıracak bir cümle kuracağım: aman, kim ne yapıyorsa yapsın!
Yok! Ben böyle diyemem yahu, içimde kalır. Evet, güzel günler görelim. Bu fiili en aza indirgeyecek bir dünya dileğiyle...
Evet birinci cilt üzerinden naçizane yorum yapmaya devam edeyim dediğim başlık...
Kelime anlamına pek değinmemişim yukarıda. Arapça bir sözcüktür. K(q)dm kökünden yani giriş yapan takdim de bundan türetilmiştir. Söze giriş yaptı filinden ki eğer -t varsa kelimenin sonunda dişi (müennes) oluyor. Muhtemelen vardır.
İnsanın toplumsal yaşamın niteliği üzerine yazılmış ki bilirsiniz sonu gelmeyen derin bir felsefe. Bir diğer başlık ise Bedevi uygarlığı, yaban kavim ve aşiretlerdir. Burada ise en çok ilgimi çeken alt başlık ise şuydu: 'yerleşik yaşam insanların yumuşak başlılığı onların cesaretini ve direncini kırar' başlığıydı. Ve altını çizdiğim şu cümleler tabi ki tam açıklayıcı olmayacaktır. "... daha sonra, dinin, insanlar üzerindeki etkisi azaldı ve insanlar kısıtlayıcı yasalar / kurallar kullanmaya başladılar. Din yasası / kuralları basit bir bilgi dalı ve eğitimle ve öğrenimle kazanılan bir teknik oldu. İnsanlar yerleşik bir yaşama başladılar ve bir karakter özelliği olarak yasalara / kurallara tabi olmayı kabul ettiler. Bu da insanların ruh gücünde bir düşüşe neden oldu."
Şu halde demek istediği hükümet, yönetim yasaları veya eğitici kurallar cesareti kırar. Bu bölümde göçebe yaşamın ve ayrıca yerleşik yaşamın sosyolojik boyutu, aşiret ve oradan da monarşi, hanedan gelişimi vs değiniyor. Ben bu yorumlarda sosyolojik kavramını kullanıyorsam bir önce yazdığım entrydeki birçok şeyi içine katarak kullanıyorum ki tekrar tekrar yazmanın biraz laf kalabalığı olacağı düşüncesindeyim.
Bir sonraki bölüm ise hanedan, monarşi, halifelik ve kamu görevi. Şimdi burada ilginç bir detayı aktarmak istiyorum. Malum, Haldun, o yüzyılın çoğu devlet, krallık ve hanedanlığından bahsediyor. Roma'dan bahsederken sanki Fatih'in fetih yapmış olduğunu görüyorsunuz. Burada öngörü de diyebiliriz mi? Hayır gerçi bir not düşülmüş peygamberin hadisinden ötürü fakat yazdığı bölümde sanki Müslümanların elindeymiş gibi bir hava katıyor.
Öte taraftan Haldun'un sınıfsal toplumun niteliği sorununa ilişkin bir çözümlemesi Yok. Daha çok toplumun yaşamına hükmeden yasalarına ilişkindir eseri. Bu çözümlemenin Tezat durumunu dile getiren marks, sınıfsal köklere ilişkin sorunu çözmeden tarihsel niteliği kavranamazdır sözüydü. Haldun kentsel ve kır yaşamının tarihsel boyutunu misal sürekli dile getiriyor. Ki kendisinin yaşadığı dönem toplumsal mücadelenin olduğu bir dönemdi. Hüküm süren feodal sınıf askeri kabile soyluluğu elinde geniş toprak bulunduruyordu. Diğer taraftan sürekli artan gereksim ve ataerkil acımasız soyguncu bir sömürü vardı. Bu arada sıkça kullandığı 'Ümran' medeniyet kelimesini de yazmak lazım.
Şimdi bu eseri akademik gereklilik falan için okumak değil benimki. biraz daha tecessüs. Şimdi tavsiye edip etmeyeceğimi bilemedim ki zamana yayarak okuyorum. Üçüncü cilde başladım şimdiler de.
İkinci cilt üzerine bir diğer entryde görüşmek üzere diyelim sonrasında ise üçüncü cilt.
1. | tesel-ya | |
2. | pozitifbakış | |
3. | med-czr | |
4. | harrani | |
5. | cahil kelimeler | |
6. | CAF CAF. | |
7. | Archiveottoman |
Takip edilen yazar yok. |
İletişim | Künye | Reklam | Sitene ekle © 2024 MN Yazılım |