Türkiye'nin memur portalı |
Oturum aç Üye ol Parolamı unuttum |
OmayraaaBu üye YazarBu üyenin profil sayfasına git |
|
|||||||
|
Alamut ve Hasan sabbah birçok insanı etkileyen realitenin başında gelmekle birlikte tam da anlaşılmayan ve çözülemeyen durumlardandır diyerek sadece kitaba ses verelim.
Açtığım başlıktaki kitap tam olarak şu: ernest w. heine/güvercin gerdanlığı Alamut'a dönüş...
Eseri viladimir bartol eseri ile mukayese etmeden okumak İnanın çok büyük zevkle okumanız sağlayacaktır. Lise döneminde okuduğum lakin çoğu satırı ve kurgusu aklımda kalan müthiş eser.
Sabbah burada daha olgundur yaş olarak. Fedailer ve tapınak şövalyeleri arasındaki olayları olağanüstü bir kurgu ile aktarmış. Kale içinde olan olaylar öte taraftan kale dışında oynanan oyunlar. O yüzyıl hakkında da biraz daha abartılı bilgi ve betimlemeler var. Adrian'ın zekası da işin içine girince doyumsuz bir akıcılığa dönüştü eser. Sabbah'ın buradaki iç sesleri ve diyalogları da harikaydı. En etkileyici kısmı ise isa ve Muhammed'in de esasında Tanrı'nın var olmadığını söylediği kısımdı. Ki ondan önce de çöl ile ilgili olan bir bölüm vardı o da müthişti.
"hayır, onlar insanlara yalan söylemediler. onlar, insanlara verilebilecek olan en değerli şeyi sundular: ölümsüzlük hayali. bunun yanında gerçeğin ne önemi kalır ki? biz gerçeğe sahip olduğundan daha büyük bir önem veriyoruz. bir düşüncenin gerçeğe dönüşmesinden daha büyük bir hayal kırıklığı var mıdır?"
Evet en can alıcı nokta ise, ikiz olan bu fedailerin ve birisi zaten şövalyeydi, Sırtında olan mühür ve bunu gözden kaçırmayan dağın yaşlısı.
Bu konu ile yazılan çoğu eser hakikaten ilgi çekiyor. Bir daha okuma isteği duydum şimdi ve yıllar olmuş.
başlığı görünce yaşlandığımı hissettiğim fransız yazar jean-christophe grangé'ın polisiye diye hatırladığım kitabı. çünkü on iki yıldan fazla zaman oldu okuyalı. ismini yanlış hatırlamıyorsam sema'ydı kahramanın adı ve yine herkesin aklında kalan ki benim de öyle; tırnağında kalan kına izi ile kimliği bulunulmaya çalışılmıştı. seri bir katil vardı, o cinayet betimlemeleri beni çok sarsmıştı. kadınların öldürülme biçimi ile çözülmeye çalışılan karmaşık hal.
kaçakçılık, mafya hesaplaşması...
en şaşırtıcı kısmı romanın türkiye adıyaman nemrut'ta sonlanması ve iplik gibi çözülen olaylar. heyecan vericiydi, şimdi okursam bilmiyorum ama o zamanlar nefesim kesilerek okumuştum.
Beyaz Gemi... hiçbir şey beyaz kalmıyor. Cengiz Aytmatov'un iyi ve kötü kavramlarını kendi kültürü içerisinde evrensel bir bakış açısıyla, dünyaya bir çocuğun gözünden bakarak anlaması ve anlatması...
evet o çocuğun çok basit ve esasında çok zor sorusuyla başlayalım: "neden bazı insanlar kötü bazları iyi?" Ben de bilmiyorum be çocuk... başka bir yazar şarktan garba bu kavramları açıklarken geçmişte yaşayanlardan da örnek verirdi. Dünyanın hiçbir şeyi tek bir insandan önemli değildir, ya örs olacaksın ya çekiç veya yakın dönemde gandi'nin pasif direnişi... Öte taraftan sineklerin Tanrı'sını okurken daha da farklı hal alıyor durumlar.
Roman kahramanı yedi/Sekiz yaşlarında bir çocuktur. Saflığın, bozulmamışlığın ve geleceğin sembolüdür. Aytmatov çocukluğun saf ve temiz dünyasından hayatın acı ve çıplak gerçeğine uzanan bir kurgu çıkarmıştır. Lakin güçlü-güçsüz, ezilen-ezen realitesinden ötürü iyi olmanın aptallık sanıldığı ve asla mükafatının olmadığı bir düzeni sorgulanması mecbur kılıyor. Kendisi o dönemde bu romanın sonundan dolayı çok eleştiriyor. insan ve doğanın bir uyum içinde olacağına ve eserde de yer verdiği halk destanlarına odaklanmayı öngörmüştür. Bu destanların her ne kadar gerçeklik payı olamasa da insan hayatında biraz olsun kendine bir yol edinmeyi amaçladığını düşünür.
İnsanların doğaya verdiği zarar, insanın insana ettiği zulmü küçücük bir bedenin dahi kaldıraması.
"Şimdi ben sana yalnız şunu söyleyebilirim: çocuk kalbinin, çocuk ruhunun bağdaşmadığı her şeyi reddettin. İnsandaki çocuk vicdanı, tohumaki öz gibidir. Ve o töz olmadan tohum filizlenmez, gelişmez."
Aytmatov ısrarla kötülüğün zafere ulaşmadığını söylüyor. Çünkü ahlak üstünlüğünden bahsediyor ve kazanan daim iyiliktir diyor.
Şeyh Bedrettin'in tasavvufi manada insan ve Tanrı'yı İslami yorumlama da alışılanın dışında ele aldığı düşüncelerinin toplandığı eseri. Malum panteist bir düşünce içerisinde kendisi ve enel-l hak söylemini biraz daha ayet ve hadis ile yeni bir biçemle açıkladığı "evrende tanrı'dan başka varlık yoktur. bütün evren tanrı'da, tanrı bütün evrendedir." gibi şerhlerle sunduğu bu döneme kadar gelebilen bu bağlamda tam bir asimileye uğrayıp uğramadığını da bilmediğimiz düşünceleridir.
Yine de genel manada okunduğu zaman yaratıcıyı rasyonalizm ile bulunacağına işaret ediyor. Lakin aklı tam olarak üstün görüyor da diyemeyiz. Bu da islamın biraz ilerisinde olandır. Zira yaratıcıya akıl ile varılacağını söyleyen pek bir durum yok çoğu yorumlamada ki zamanla bu akım da saf dışı bırakılmıştır rüşd'ler gibi...
zaman zaman somut olan olay ve olguları aktardığı bazı bölümlerde diyalektiği görebildim. Özellikle nesnenin değişim ve dönüşüm hali ile olan yerlerinde. İyi ve kötü olarak bir sınıfsal ayrıma gidiyor genel itibari ile... ölüm, ölümsüzlük, insan, Tanrı, melek, şeytan gibi konuları kendi batın düşüncesi içinde harmanlamıştır. Bedrettin aldığı ilim ile de bir ekoldü o dönemde ve bu yanı asla unutulamaz. Dönemin en meşhur alimleri ile dünyanın birçok yerinde tartışma imkanı bulmuştur. Bundan ötürü salt kendi bildiğini okuyan biri olarak görülmemeli. Bunun dışında kendisi bir hukuk insanıydı.
"Çünkü Allah kulun şeklini almaya muktedirdir" diyor bir bölümde. Birinin: 'ben tanrı'yım demesi doğrudur' der akabinde. Bu, islam dünyasında bildiğimiz üzere eleştirilen bir şerhin başında geliyor ki bedrettin'de aynı şekildedir. Bunun örnekleri tarihte mevcuttur. Mansur gibi.... Eser sonradan derslerinde ya da öğrencileri ile olan sohbetin yazıya aktarılması olarak görülüyor.
Bedrettin'in dünya görüşü De belli oluyor. Lakin bu eserde bu yorumlamada bulunmayacağım. Biraz daha Teoloji kısmına değinmek yerinde olacaktır. Onu da farklı bir kitap başlığı altında yazarız umarım...
Man Booker ödüllü yazar chinua achebe'nin eseri. Yazar başta kendi kültürünü aktarırken (Afrika) evrensel olmayı yakalamıştır. İnanç ve yaşayış biçimlerine kitap süresince adapte olmak biraz zaman alıyor. Ananelerin bazı korkunç taraflarını da görürken ayrıca bazı güzel ananelerin Yok oluşu haliyle üzüyor insanı.
Bir taraftan kültür, komün yaşamı ya da kendilerine has yaşam alanlarını koruyanları bir tarafta misyonerlerin kendi inanç ve yasalarını insanları bölüştürerek yerleştirme çabaları okuyorsunuz. postkolonyalizmi çok net görüyorsunuz.
"Eneke kuşuna neden hep uçtuğunu sorduklarında şöyle demiş: insanlar ıskalamadan vurmayı öğrenince ben de hiçbir dala konmadan uçmayı öğrendim.
Sonu hüzünlü bitiyor.
1. | tesel-ya | |
2. | pozitifbakış | |
3. | med-czr | |
4. | harrani | |
5. | cahil kelimeler | |
6. | CAF CAF. | |
7. | Archiveottoman |
Takip edilen yazar yok. |
İletişim | Künye | Reklam | Sitene ekle © 2024 MN Yazılım |