Türkiye'nin memur portalı

Oturum aç Oturum aç Üye ol Üye ol Parolamı unuttum Parolamı unuttum

Omayraaa

Bu üye Yazar

Bu üyenin profil sayfasına git

239 entry 263 konu hiç puanı yok
04.02.2024 14:56 son işlem tarihi takip etme takip et

Mezar taşına yazılması istenen söz

"No gods na masters!"

04.02.2024 14:56
  1. felsefe

    #3kzj , #3kzk Şuradan devam ediniz sayın Nirvana.

    Felsefede raks ettireceğiniz kendiliğinden şeyleri merakla bekliyoruz.

    İdealist felsefede maddeyi belirleyen ide nasıldır ne kadar güvenilirdir empirikler açısından?

     
  2. felsefe

    #3kz8

    Sizin felsefenizin de gelişkin olduğunu söylediler.

    Hume'dan devam edin Ulaş Bey.

     
  3. felsefe

    Bilgi..

    İki tür bilgi olduğunu söylüyor felsefe bize ve hangi tarafta durduğun da aslında idealist ya da materyalist ile ilgili. Tabi bir de bu iki bilgi edinme yolunu harmanlayan Kant var..

    Sezgisel-duyusal ve gözlemsel.. ampirik yolla edindiğin bilginin hakikate ulaştırmak gibi bir görevinin olduğunu düşünmüyorum. Çünkü bilgi de değişime uğruyor değişimden kastım reddederek ilerleme..

    Bilgi duyuya mı dayanır gözleme mi sorusu doğuyor dolayısıyla.. Tam bu noktada epistemolojideki en önemli şey de açığa çıkıyor: A priori bilgi deneyim ile gelmiyorsa ona nasıl sahip oluyoruz? Bu bilginin temeli nedir?

    A priori bilgi terimi deneye dayanmayan, deneyden önce gelen ya da ondan bağımsız olarak ulaşılan bilgi için kullanılır. A priori doğru olduklarına ulaştığımız önermelerin şunları kapsadığı düşünülmüştür: çıkarım kuralları, aksiyomlar, mantık, matematik, olasılık ilkeleri.. Diğer yandan, a posteriori doğru önermelerin ise deneye ve duyu verilerine dayanan önermesel bilgiler olduğu ifade edilir.

    İlkeleri tespit etmekle başlar belge mesele.

    A priori bilginin doğuştan gelen bilgi, a posteriori bilginin ise sonradan deneyimle elde edilen bilgi olduğu yönündeki geleneksel ayrım birçok tartışmaya neden olmuştur tarihte..

    Bilginin ölçütü ve koşulu nedir?

    Uygunluk, gerçekliğe ya da olguya uygun.

    Bir de salt bilgi değil de algı da bu durumda devreye girer.

    Algı, genellikle dış dünyadaki nesneleri (ya da dış dünyadan bize ulaşan bilgiyi) işlememizi sağlayan bilişsel bir sistemdir. Dolayısıyla, dış nesnelere dair deneyimlerimiz doğrudan bu dış dünyadaki nesnelerin bilgisini sunar.

    Devamını başkası yazsın.

     
  4. bulantı

    #3kid

    Alıntı değildir;

    Her harfin telifi kendime aittir.

    Apostrofları soru işareti olarak çıkarması sitenin eksikliğidir ki sanki kopyala yapıştır izlenimi veriyor.

    lütfen düzeltmeleri yapınız.

     
  5. bulantı

    Sartre?ın Bulantı?sı çağımızın vertigosu....

    ?...Varolmaya hakkım yoktu. Bir rastlantı eseri gelmiştim dünyaya. Varlığım bir taşın, bir ağacın bir mikrobun varlığından farksızdı."

    Eserden bu alıntı ile başlamak isterim. Ara sıra, sıklıkla veya nadiren de olsa insanlar kendini bu cümledeki gibi hissedebilir. Toplum tarafından yalnızlığa itilen bireylerin psişik bozukluklarını artık her alana yayılmış bir gerçek olarak kabuk etmekle birlikte. Her satırının derinlerimizde mevcut olduğunu belirterek buradan birçok sorunun cevabını yeni sorular ile doğurarak ilerlemesine önayak olmuştur eser.

    Roquentin, hepimizin içinde olabilir(bu romanda ve bilhassa egzistansiyalizmde birinci tekil şahıs zamiri kullanmak elzemdir diyerek) bende de var/olan yalnız uzun süredir net bir şekilde formüle edememenin dayanılmaz hafifliğiyle büyük bir kambur misali sırtıma yüklediği ağırlıkla anın niteliği ve var olmanın bizatihi neden olduğu "bulantı" hissini olağanüstü bir biçimde formüle etmesi Sartre?ı doğal olarak büyük bir psikolog kılıyor. Kimine göre bir hastalık olan bu his ya da bu hissin neden olduğu reflekslerle toplumdan ayrı düşünülen/düşürülen ve binlerce yaftalama ile azımsanacak insanların esasında toplumdaki en güçlü bireyler olduğunu da varsayabiliriz. Herkesin yüzeysel gördüğü bulantıda bireysel bir kutsal tepkidir bu varoluş gerçeğine. Gerçi şu "kutsal" mefhumu çok da iyi şeyler çağrıştırmadığı için soylu bir iradenin de ürünü olmasından mütevellit bu tepki, en iyi sıfatları kullanmayı beis görmüyorum. Bu gücün mahiyeti ise insanın kendi yokluğuna veya hiçliğine rıza göstermesi sayılabilir. Bu zaten başlı başına bir devasa veya nesnelerin etrafımızı sardığı hayata elimizde bulunan yegane güç değil miydi? Varoluşu sözde, yapay ki bu yapaylık önemlidir çünkü başkaldırış buna doğrudur diyerek yamalama yapmıyor olmak (başka şey/lerle) kaynağın (bulantının) özüdür.

    Burada bir parantez açmam gerekiyor. Çünkü aklıma Spinoza geldi. Ona göre güçlü olmak varoluşu ne ve nasıl ile doldurmaktı. Aşağıda kullanacağım 'molalı bulantı' sözünün de iyi anlaşılması açısından. Varoluşu tek şeyle doldurmamaktan ötürü. Yani tamamen kopukluk ve hiçlik çok sonraki bir aşamadır.

    Varoluş felsefesi içerisinde hümanizmi de çok farklı görebiliyoruz genel manada Sartre'da... Gerçi kendisinin bu kitabın dışında bir dipnot vererek; Fanon'un bir eserinde yazdığı önsöz çok konuşulmuştu. Sözgelimi Tanrı, toplumsal ahlak vs gibi olay/olgulara farklı bir anlam atfetmekle pratikte gösterdiği/gösterebilecekleri ile yeni belki de en olabilite ile bir insanın gerçek gösterisidir aslolan. Uzun süre önce okumama rağmen kahramanın orada bir olay karşısındaki şu iç/sesi duyuyor gibiyim. Şöyle ki; birebir cümleyi kuramasam da "onun adına utanç duymuştum" gibi bir sözdü...

    Zamanında hatta şimdilerde de burjuva hastalığı olarak görülen (burada şöyle bir anekdot yazmak gerekirse bir zamanların şu sözü ?yoksullar depresyona girmez sabah uyanıp işe gider? sanayi devrinin uzun çalışma sürelerin olduğu insanlar için yazılmıştı. Şimdilere ise işsiz ya da ara ara işsiz kalan yığınları kapsamayan bir söz haline geldi) fakat bir miktar dahi bu gibi sancıları hissedenlerin bunu hastalık yerine istediği tanımlamayla mukayese etme özgürlüğüne saygı duyarak şunu merak ettim. Bakma üşengeçliğine bürünerek Sartre'ın bu romanı yazdığı yaş ve kahramana verdiği yaştı tabi. Şuraya bağladığımdan ötürü; hem de erken yaşta sahip olduğum bu molalı bulantı hissinin varlığı ben/i ben olmaktan öteye götürmüştü.

    Kahramanımızın yine bir sözünü farklı şerhe götüreceğim. Yalnız olduğunu ama bir ordu kadar da kalabalıklaştığını belirtmişti. Buna yakın bir şeydi... Kendim üzerinden gidersek ki bu başta bir paradoks olarak gözükecek. Hem yalnızım hem kalabalık. Fiziksel bir yalnızlıkta, kafamda hiçbiri birbirine çarpmayan kısacası kaotik olmayan düşünceler yığını öte taraftan yanımda olan insanların yanında ise tamamen kendini yalnız hissetme gerçeği karmaşası ile buluyorum kendimi.

    Bir oyalanmış mevcut düşünsel manada. Bilinçli-bilinçsiz. Bendeki sanırım kabullenmemek için olsa gerek düşünce zenginliğinde bir arayış ile oyalanmışlıktı. İnsanların ki takdir ederseniz yazınsal olarak bugüne ulaşanlardan söz ediyorum bulundukları bu tarz vakalarda (ruh halinde) sancının yerine ne koyduklarıydı ya da ne ile nitelendirdikleri önemliydi. Derin bir tecessüs. Hâlâ devam ediyor diyebilirim. Belki de tarih itibari ile yalnız olmadığımı öğrenmekti bu mutlak arayış. Sartre işte burada bir yönüyle fakat kapsamlı olarak aklınızdaki sorulara cevap veriyor.

    Yok olacağımı bildiğim halde ve hatta sonsuz değişime rağmen bir anlam arayışı...

    Son tahlilde... ()

    Yazdıklarımı toparlayamadım. Şu sözle bir virgül koyalım madem! (,)

    "Tam bir unutuluş içindeyim, unutuluşumu tadıyorum, iki kent arasındayım, biri

    bilmiyor beni, öteki de tanımıyor. Kim hatırlıyor ki beni?"

    Kim! Hiç...